http://nbeyin.com.tr/insan-neden-sanat-uretir/
Beyin bilimleri ile uğraşan insanlar kendilerini çoğunlukla zorlu sorularla karşı karşıya bulurlar. Ruh, bilinç, özgür irade, yaratıcılık ve sanat gibi mevzular, soru olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Zira beyin bilimleri ile uğraşmak demek, insanın davranışlarını yönlendiren, onun tepki repertuarının programlarını içeren en üst kontrol merkezinin bu işleri nasıl yaptığını anlamaya soyunmak demektir. Basit refleks ve işlerimizi dahi nasıl yaptığımızı anlamakta oldukça esaslı zorluklar çekerken bu tip yüksek insani faaliyetler belirsiz, müphem kavramların nereden çıktığını, beynin bunlara nasıl aracılık ettiğini anlamak, şüphesiz kolay iş değildir.
Bizim gibi beyin üzerine çalışan insanların en fazla kafa yorması gereken mevzuların belki de en başında beynimizi dünyayı paylaştığımız ve beyinleri olan diğer canlılardan ayıran temel farkların neler olduğu meselesidir. Eğer maddi yapı anlamında “beyinler”e göz atarsanız, aralarındaki yapının çok da farklı olmadığını hemen görebilirsiniz. Tek önemli fark, gelişmişlik derecesidir. İnsan beyni, yapı ve bölümlenme olarak, bir yunusun, bir filin, yahut bir maymunun beyninden çok fazla farklılık taşımaz. Ama “küçük görünen” farklılıklar, muhtemelen bu bahsi geçen canlılarla insan arasındaki büyük nitelik uçurumuna ev sahipliği yapabilecek gizemli devreleri ve merkezleri içerir.
İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri, ne işlevsel tasarımları ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep “sanat”la ilgilidir.
Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimler, insan beyninin somut gerçekliğin ipuçları ile hiç var olmayan soyut eserler üretebilme yeteneğinin, onu hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli fark olduğunu gösteriyor. Elimizde, neredeyse kırk bin yıl önce yapılmış olduğunu tahmin ettiğimiz mağara duvarı resimleri, henüz dünyada varlığı belli belirsiz bir düzeyde olan insanın, kendisindeki o derin “üretme” kapasitesini nasıl karşı konulmaz ve zamana meydan okurcasına hayata geçirdiğini bize açıkça gösteriyor. Peki, insanla sanatı bu kadar ayrılmaz yapan, onu sanata bu derece meftun eden nedir? Dahası, bugün sanat neden bu kadar hayatımızdan uzak, hatta profesyonel bir mesleğe dönüşmüş, yahut bir şekilde öyle algılanır hale gelmiş durumdadır?
Sanatın zihnimizdeki yahut beynimizdeki kaynağı, en zor sorularımızdan biri. Bugün elimizdeki teknolojik olanaklarla sanatsal bir üretim yapan insanların beyinlerini görüntüleyebiliyor, kimyasal madde seviyelerini ölçebiliyor ve daha 20-30 yıl önce aklımıza hayalimize gelmeyecek nice tekniklerle beyinlerimizi izleyebiliyoruz. Her gün yığınla biriken bilgilerimize rağmen, sanat ve benzeri “zor” sorulara dair çok fazla bir fikrimiz yok, bunu itiraf etmek gerek. Fakat bence yakaladığımız çok önemli noktalar, bize kendimiz hakkında ilginç ipuçları fısıldıyor.
Beynimizi bize benzeyen diğer canlılardan ayıran en önemli fark, özellikle ön kısmındaki bölgelerin ileri düzeyde gelişmiş olması. Alnımızın hemen altında kalan ön beyin lobu, diğer bütün canlılara göre bizde anormal oranlarda büyük. Onun dışındaki kısımlar ise neredeyse aynen diğer canlılarda gördüklerimize benziyor. Üst ve ön beynimiz o kadar büyük ki sırf bu yüzden yavrularımızı erken doğurmamız ve bebeklerin beyinlerinin gelişimi için doğum sonrasındaki ilk birkaç yılı beklememiz gerekiyor. Beynimizin bu ön bölümündeki devreler, bize diğer canlılarda olmayan birçok yeteneğin bahşedilebilmesi için gerekli alt yapıyı sağlıyor aslında. İrademiz, sosyal becerilerimiz, gelecekteki bir ödül için anlık hazları erteleyebilmemiz, ahlak kurallarına bağlı bir yaşam, konuşma, akıl yürütme ve problem çözme gibi daha nice beceriler, buradaki devrelerimizin arasında gezinen karmaşık sinirsel hesaplamalar üzerinden gerçekleşiyor. Bu devreler hasar gördüğünde, bu özelliklerin çoğunu yahut bir kısmını hayata geçiremeyen insanlarla karşı karşıya kalıyoruz.
Beynin bu ön bölgelerinin bize sağladığı bir başka özellik de beynimizin derinliklerindeki alanlar tarafından yürütülen duygusal işlevlerimiz üzerinde sınırlı da olsa bir kontrol sağlaması ve daha da önemlisi, duygusal sistemimizde gerçekleşen o eşsiz deneyimleri, yani duyguları, çeşitli yöntemlerle ifade edebilmemizi mümkün kılması. Şiir, roman, resim ve müzik gibi, duygularımızın anlatılabilir farklı biçimlerdeki ifadelerine hayat verebilmemizi sağlayan yeteneklerimiz, işte bu gelişmiş devrelerin henüz çözemediğimiz koordinasyon özellikleri sayesinde hayat buluyor.
Sanatı sadece üretmek değil, anlamak ve anlamlandırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimle, bir müzik parçasıyla, bir şiir dizesindeki duygularla, ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak adeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak, sanat eserlerinden keyif almanın temelini oluşturan ilginç bir özelliğimiz.
Sanatın üretilmesindeki kişiye özellik, öznellik gibi sanatın algılanmasında da çok çeşitlilik var. Dolayısıyla, sanatı ancak sanat yapan beyin anlayıp algılayabilir dersek bu minvalde yanlış söylemiş olmayacağız.
Elbette sadece sağ beynimizin kuracağı bir sistem de bize yaşam şansı vermezdi; zira her şeyin belirsiz, muğlak, öznel ve tekrarsız olduğu bir dünyada yaşamak da imkansız olurdu. Fakat bu halimiz de iyi değil. Estetik düzeyimize bir daha bakın, neleri kaybettiğimizi görebileceksiniz.
Bir gün, hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken bir lahza durup düşünün: acaba bu sanata aynalık eden o zihin yeteneklerinin, şu sıradan günlük hayatımıza biraz katkısı olsa fena mı olurdu? Bir Rembrandt, bir Dede Efendi, bir J. Sebastian Bach, bir Garcia Marquez, bir Mehmet Akif, hayatlarımıza daha çok dokunabilseydi, acaba nasıl bir medeniyetimiz olurdu?
Maalesef cevabı bilmiyoruz; ama öğrenmek için geç değil. Bunun için kafamızın içindeki o kullanmadığımız kısımları hızla kullanıma sokmak gerek, hem de hiç vakit kaybetmeden.
Beyin bilimleri ile uğraşan insanlar kendilerini çoğunlukla zorlu sorularla karşı karşıya bulurlar. Ruh, bilinç, özgür irade, yaratıcılık ve sanat gibi mevzular, soru olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Zira beyin bilimleri ile uğraşmak demek, insanın davranışlarını yönlendiren, onun tepki repertuarının programlarını içeren en üst kontrol merkezinin bu işleri nasıl yaptığını anlamaya soyunmak demektir. Basit refleks ve işlerimizi dahi nasıl yaptığımızı anlamakta oldukça esaslı zorluklar çekerken bu tip yüksek insani faaliyetler belirsiz, müphem kavramların nereden çıktığını, beynin bunlara nasıl aracılık ettiğini anlamak, şüphesiz kolay iş değildir.
Bizim gibi beyin üzerine çalışan insanların en fazla kafa yorması gereken mevzuların belki de en başında beynimizi dünyayı paylaştığımız ve beyinleri olan diğer canlılardan ayıran temel farkların neler olduğu meselesidir. Eğer maddi yapı anlamında “beyinler”e göz atarsanız, aralarındaki yapının çok da farklı olmadığını hemen görebilirsiniz. Tek önemli fark, gelişmişlik derecesidir. İnsan beyni, yapı ve bölümlenme olarak, bir yunusun, bir filin, yahut bir maymunun beyninden çok fazla farklılık taşımaz. Ama “küçük görünen” farklılıklar, muhtemelen bu bahsi geçen canlılarla insan arasındaki büyük nitelik uçurumuna ev sahipliği yapabilecek gizemli devreleri ve merkezleri içerir.
Farkımız ne?
İnsanın tarihini geriye doğru izlediğimizde, geçmişe doğru gittikçe, insanlara it buluntular arasında zaman boşlukları büyür ve kesintiler artmaya başlar. İnsanın bu yeryüzünde ne kadar süredir bulunduğunu tam bilmesek de 150-200 bin yıl kadar geriye uzanan bir tarihten bahsetmek mümkün görünüyor.İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri, ne işlevsel tasarımları ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep “sanat”la ilgilidir.
Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimler, insan beyninin somut gerçekliğin ipuçları ile hiç var olmayan soyut eserler üretebilme yeteneğinin, onu hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli fark olduğunu gösteriyor. Elimizde, neredeyse kırk bin yıl önce yapılmış olduğunu tahmin ettiğimiz mağara duvarı resimleri, henüz dünyada varlığı belli belirsiz bir düzeyde olan insanın, kendisindeki o derin “üretme” kapasitesini nasıl karşı konulmaz ve zamana meydan okurcasına hayata geçirdiğini bize açıkça gösteriyor. Peki, insanla sanatı bu kadar ayrılmaz yapan, onu sanata bu derece meftun eden nedir? Dahası, bugün sanat neden bu kadar hayatımızdan uzak, hatta profesyonel bir mesleğe dönüşmüş, yahut bir şekilde öyle algılanır hale gelmiş durumdadır?
Sanatın zihnimizdeki yahut beynimizdeki kaynağı, en zor sorularımızdan biri. Bugün elimizdeki teknolojik olanaklarla sanatsal bir üretim yapan insanların beyinlerini görüntüleyebiliyor, kimyasal madde seviyelerini ölçebiliyor ve daha 20-30 yıl önce aklımıza hayalimize gelmeyecek nice tekniklerle beyinlerimizi izleyebiliyoruz. Her gün yığınla biriken bilgilerimize rağmen, sanat ve benzeri “zor” sorulara dair çok fazla bir fikrimiz yok, bunu itiraf etmek gerek. Fakat bence yakaladığımız çok önemli noktalar, bize kendimiz hakkında ilginç ipuçları fısıldıyor.
Beynimizi bize benzeyen diğer canlılardan ayıran en önemli fark, özellikle ön kısmındaki bölgelerin ileri düzeyde gelişmiş olması. Alnımızın hemen altında kalan ön beyin lobu, diğer bütün canlılara göre bizde anormal oranlarda büyük. Onun dışındaki kısımlar ise neredeyse aynen diğer canlılarda gördüklerimize benziyor. Üst ve ön beynimiz o kadar büyük ki sırf bu yüzden yavrularımızı erken doğurmamız ve bebeklerin beyinlerinin gelişimi için doğum sonrasındaki ilk birkaç yılı beklememiz gerekiyor. Beynimizin bu ön bölümündeki devreler, bize diğer canlılarda olmayan birçok yeteneğin bahşedilebilmesi için gerekli alt yapıyı sağlıyor aslında. İrademiz, sosyal becerilerimiz, gelecekteki bir ödül için anlık hazları erteleyebilmemiz, ahlak kurallarına bağlı bir yaşam, konuşma, akıl yürütme ve problem çözme gibi daha nice beceriler, buradaki devrelerimizin arasında gezinen karmaşık sinirsel hesaplamalar üzerinden gerçekleşiyor. Bu devreler hasar gördüğünde, bu özelliklerin çoğunu yahut bir kısmını hayata geçiremeyen insanlarla karşı karşıya kalıyoruz.
Beynin bu ön bölgelerinin bize sağladığı bir başka özellik de beynimizin derinliklerindeki alanlar tarafından yürütülen duygusal işlevlerimiz üzerinde sınırlı da olsa bir kontrol sağlaması ve daha da önemlisi, duygusal sistemimizde gerçekleşen o eşsiz deneyimleri, yani duyguları, çeşitli yöntemlerle ifade edebilmemizi mümkün kılması. Şiir, roman, resim ve müzik gibi, duygularımızın anlatılabilir farklı biçimlerdeki ifadelerine hayat verebilmemizi sağlayan yeteneklerimiz, işte bu gelişmiş devrelerin henüz çözemediğimiz koordinasyon özellikleri sayesinde hayat buluyor.
Beyindeki sanat merkezi?
Koordinasyon yahut eşgüdüm, sanatsal zihni anlamada aslında çok önemli bir kavram. Beyinde özel bir “sanat merkezi” yahut insanlara doğuştan sanat yeteneği bahşeden özel bir “sanat çekirdeği” yok. Sanat eserleri ortaya koymak, beynin birçok farklı bölgesinin eşgüdümlü bir şekilde çalışmasını ve bu karmaşık orkestrasyondan anlamlı birtakım nağmelerin, yani çok çeşitli sanat eserlerinin zuhur etmesini sağlıyor. Sanat, belli bir bölgenin işlevi olmaktan ziyade yaşam boyunca beyinde ve zihinde biriktirilmiş olan tüm tecrübelerin somut neticelerini, benzersiz ve tekrarlanamaz derecede karmaşık bir süreçler dizisiyle hayata geçirme süreci olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakılınca, her insan bu devrelere sahip olduğundan, aslında hepimiz, değişik düzeylerde “sanatçı” bir beyne sahibiz.Sanatı sadece üretmek değil, anlamak ve anlamlandırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimle, bir müzik parçasıyla, bir şiir dizesindeki duygularla, ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak adeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak, sanat eserlerinden keyif almanın temelini oluşturan ilginç bir özelliğimiz.
Sanatın üretilmesindeki kişiye özellik, öznellik gibi sanatın algılanmasında da çok çeşitlilik var. Dolayısıyla, sanatı ancak sanat yapan beyin anlayıp algılayabilir dersek bu minvalde yanlış söylemiş olmayacağız.
Neler kaybediyoruz?
İnsan, yeryüzünde gezinmeye başladığı günlerden itibaren, etrafındaki dünyaya, kendi zihninde ürettiği sanatsal tasarımları ilave etmeye, çevresini böyle değiştirmeye başladı. Birçok teknolojik icadın dahi ilk önce sanatsal çizimler ve fikirler şeklinde hayat bulduğunu biliyoruz. Gelin görün ki sanayi devriminin getirdiği günümüzdeki temel eğitim mantığı, teknik ve sorun çözmeye dayanan, ekonomik kıymete haiz zihinsel özelliklerimizi hep öncelikli olarak ele almayı ve sanatla alakalı yüksek ve insani zihin işlevlerine bigane kalmayı, yüzyıllar içinde bir yaşam tarzı olarak adeta içimize yerleştirdi. Öyle ki sanatı artık sadece bir “zengin uğraşı”na; yahut esas (sigortalı-maaşlı) mesleğin yanında arada sırada ilgilenilmesinde zarar olmayan, rahatlama amaçlı bir hobiye indirgemiş durumdayız. Bunun bedeli ise aslında oldukça ağır. Mağara duvarlarına resim çizdiren temel donanım bileşenlerimizden biri olan üst düzey birçok zihinsel faaliyetimize yabancılaşmış ve onu hayatımızdan gittikçe daha çok uzaklaştırarak güdükleştirmiş, dumura uğratmış durumdayız. Birbirimizi derinlikli bir şekilde anlayamamak, dünyadaki tabii süreçlere yabancılaşmak, kendi medeniyetimizi teşkil edememek gibi temel sorunlarımızın altında büyük oranda da bu yabancılaşmanın yattığını düşünenlerdenim. Beynimizin sağ yarısının daha ziyade sanatsal ve yenilik içeren hadiselerde görev aldığını, sol kısmın ise daha çok yeknesak ve tekrarlı işlerde uzman olduğunu biliyoruz. Görünen o ki hayatımızın büyük çoğunluğunu ve içinde yaşadığımız medeniyeti, büyük oranda otomatik sol beynimiz üzerine kurmaktayız.Elbette sadece sağ beynimizin kuracağı bir sistem de bize yaşam şansı vermezdi; zira her şeyin belirsiz, muğlak, öznel ve tekrarsız olduğu bir dünyada yaşamak da imkansız olurdu. Fakat bu halimiz de iyi değil. Estetik düzeyimize bir daha bakın, neleri kaybettiğimizi görebileceksiniz.
Bir gün, hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken bir lahza durup düşünün: acaba bu sanata aynalık eden o zihin yeteneklerinin, şu sıradan günlük hayatımıza biraz katkısı olsa fena mı olurdu? Bir Rembrandt, bir Dede Efendi, bir J. Sebastian Bach, bir Garcia Marquez, bir Mehmet Akif, hayatlarımıza daha çok dokunabilseydi, acaba nasıl bir medeniyetimiz olurdu?
Maalesef cevabı bilmiyoruz; ama öğrenmek için geç değil. Bunun için kafamızın içindeki o kullanmadığımız kısımları hızla kullanıma sokmak gerek, hem de hiç vakit kaybetmeden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder