KAHVE BAHANE

KAHVE BAHANE
Gönül ne kahve ister ne kahvehane gönül sohbet ister kahve bahane…Belki de dedelerden anneannelerden , babaannelerden kalan bir miras belki de alışkanlık… Çok severim Türk kahvesini, benim için diğer kahvelere hiç benzemez... Özel bir tadı, köpüğü, kokusu, pişirilişi, ikramıyla kendine özgü bir kimliği ve geleneği vardır. Yumuşak ve kadifemsi köpüğü sayesinde damakta ,uzun süre tadını bırakır. Günlük yaşamımızda çok yer etmiştir.Nerede içiyorsan, kiminle içiyorsan ona göre değişir tadı...Dostlarınla içtiğin kahve neşe dolu bol köpüklüdür. Sevdiğin dostun üzüntülü ise içtiğin kahvenin tadı kederlidir,acıdır. Tek başına balkonda içtiğin kahve ,yalnızlıktır. Yorgun olduğunda hafifletir seni,unutturur yorgunluğunu,İçki içmişsen koyu şekersiz bir kahve derin kuyudan çıkararak,ferahlatır ,derin bir uykuya dalarsın… Kızlarımızı istemeye gelinen evlerin,bayramlarımızın vazgeçilmez ikramıdır,Türk kahvesi...B inlerce yıl öncesinden zamanımıza kadar bir çok şeylerle bakılan fal, bizim Türk kahvemizle de özleşmiştir,Türk kahvesi deyince ,Kahve içen kişi dibindeki telveyi ,fincanını sol elle tutarak,sağdan sola çevirerek üç kere çalkalayıp kapatır.sonrada’’bakacak kimse var mı?’’diye sorar,bakan yoksa kendin bildiğine göre yorum yapar.Apartmanda her gün bir evde saat onda kahve içilir. Komşu Naciye hanım sabah saat onda muhakkak bağırır ,Ayşelerdeyiz hadi gelen gelsin.Tabi ki Naciye hanım çok iyi fal baktığından herkes işi gücü bırakıp peşinden…..kapıdan içeri girerken de ’’Şule kızım çabuk bir kahve yap da içelim’’daha öğlene yemek yapacağım.Herkes saat ona kadar bir işler yapmıştır, bu o yorgunluğun dinlenme kahvesidir. Kahve aynı kahvedir belki... köpüğüyle, rengiyle,dumanıyla,yorgun oldukları için , içtikleri kahve hafifletir kendine getirir,unutturur günün ağırlığını insanlara...Biraz da gönül ne kahve ister ne kahvehane gönül sohbet ister kahve bahane hatırlatır.Kahveler içilir,tabi ki arkasından fincanlar kapatılır.Naciye hanım bakacak fallara…Fallar… Her gün aynı şey ,siz inanırımsınız? Fal nasıl bakılır,çıkanları varmıdır..Hepinize bol şekerli kahve tadında günler,sohbetler dilerim. (Bahar Demir)

31 Ağustos 2016 Çarşamba

İnsan Neden Sanat Üretir?

http://nbeyin.com.tr/insan-neden-sanat-uretir/



Beyin bilimleri ile uğraşan insanlar kendilerini çoğunlukla zorlu sorularla karşı karşıya bulurlar. Ruh, bilinç, özgür irade, yaratıcılık ve sanat gibi mevzular, soru olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Zira beyin bilimleri ile uğraşmak demek, insanın davranışlarını yönlendiren, onun tepki repertuarının programlarını içeren en üst kontrol merkezinin bu işleri nasıl yaptığını anlamaya soyunmak demektir. Basit refleks ve işlerimizi dahi nasıl yaptığımızı anlamakta oldukça esaslı zorluklar çekerken bu tip yüksek insani faaliyetler belirsiz, müphem kavramların nereden çıktığını, beynin bunlara nasıl aracılık ettiğini anlamak, şüphesiz kolay iş değildir.
Bizim gibi beyin üzerine çalışan insanların en fazla kafa yorması gereken mevzuların belki de en başında beynimizi dünyayı paylaştığımız ve beyinleri olan diğer canlılardan ayıran temel farkların neler olduğu meselesidir. Eğer maddi yapı anlamında “beyinler”e göz atarsanız, aralarındaki yapının çok da farklı olmadığını hemen görebilirsiniz. Tek önemli fark, gelişmişlik derecesidir. İnsan beyni, yapı ve bölümlenme olarak, bir yunusun, bir filin, yahut bir maymunun beyninden çok fazla farklılık taşımaz. Ama “küçük görünen” farklılıklar, muhtemelen bu bahsi geçen canlılarla insan arasındaki büyük nitelik uçurumuna ev sahipliği yapabilecek gizemli devreleri ve merkezleri içerir.

Farkımız ne?

İnsanın tarihini geriye doğru izlediğimizde, geçmişe doğru gittikçe, insanlara it buluntular arasında zaman boşlukları büyür ve kesintiler artmaya başlar. İnsanın bu yeryüzünde ne kadar süredir bulunduğunu tam bilmesek de 150-200 bin yıl kadar geriye uzanan bir tarihten bahsetmek mümkün görünüyor.
İnsanın bu dünyada arz-ı endam ettiği günden itibaren ilk ortaya koyduğu farklılık nedir diye baktığımızda, ne teknolojik eserleri, ne işlevsel tasarımları ne de başka şeyleri görürüz. Bize kalan ilk işaretler hep “sanat”la ilgilidir.
Binlerce yıl önce mağara duvarlarına çizilmiş resimler, insan beyninin somut gerçekliğin ipuçları ile hiç var olmayan soyut eserler üretebilme yeteneğinin, onu hayvanlardan ayıran ilk ve en önemli fark olduğunu gösteriyor. Elimizde, neredeyse kırk bin yıl önce yapılmış olduğunu tahmin ettiğimiz mağara duvarı resimleri, henüz dünyada varlığı belli belirsiz bir düzeyde olan insanın, kendisindeki o derin “üretme” kapasitesini nasıl karşı konulmaz ve zamana meydan okurcasına hayata geçirdiğini bize açıkça gösteriyor. Peki, insanla sanatı bu kadar ayrılmaz yapan, onu sanata bu derece meftun eden nedir? Dahası, bugün sanat neden bu kadar hayatımızdan uzak, hatta profesyonel bir mesleğe dönüşmüş, yahut bir şekilde öyle algılanır hale gelmiş durumdadır?
Sanatın zihnimizdeki yahut beynimizdeki kaynağı, en zor sorularımızdan biri. Bugün elimizdeki teknolojik olanaklarla sanatsal bir üretim yapan insanların beyinlerini görüntüleyebiliyor, kimyasal madde seviyelerini ölçebiliyor ve daha 20-30 yıl önce aklımıza hayalimize gelmeyecek nice tekniklerle beyinlerimizi izleyebiliyoruz. Her gün yığınla biriken bilgilerimize rağmen, sanat ve benzeri “zor” sorulara dair çok fazla bir fikrimiz yok, bunu itiraf etmek gerek. Fakat bence yakaladığımız çok önemli noktalar, bize kendimiz hakkında ilginç ipuçları fısıldıyor.
Beynimizi bize benzeyen diğer canlılardan ayıran en önemli fark, özellikle ön kısmındaki bölgelerin ileri düzeyde gelişmiş olması. Alnımızın hemen altında kalan ön beyin lobu, diğer bütün canlılara göre bizde anormal oranlarda büyük. Onun dışındaki kısımlar ise neredeyse aynen diğer canlılarda gördüklerimize benziyor. Üst ve ön beynimiz o kadar büyük ki sırf bu yüzden yavrularımızı erken doğurmamız ve bebeklerin beyinlerinin gelişimi için doğum sonrasındaki ilk birkaç yılı beklememiz gerekiyor. Beynimizin bu ön bölümündeki devreler, bize diğer canlılarda olmayan birçok yeteneğin bahşedilebilmesi için gerekli alt yapıyı sağlıyor aslında. İrademiz, sosyal becerilerimiz, gelecekteki bir ödül için anlık hazları erteleyebilmemiz, ahlak kurallarına bağlı bir yaşam, konuşma, akıl yürütme ve problem çözme gibi daha nice beceriler, buradaki devrelerimizin arasında gezinen karmaşık sinirsel hesaplamalar üzerinden gerçekleşiyor. Bu devreler hasar gördüğünde, bu özelliklerin çoğunu yahut bir kısmını hayata geçiremeyen insanlarla karşı karşıya kalıyoruz.
Beynin bu ön bölgelerinin bize sağladığı bir başka özellik de beynimizin derinliklerindeki alanlar tarafından yürütülen duygusal işlevlerimiz üzerinde sınırlı da olsa bir kontrol sağlaması ve daha da önemlisi, duygusal sistemimizde gerçekleşen o eşsiz deneyimleri, yani duyguları, çeşitli yöntemlerle ifade edebilmemizi mümkün kılması. Şiir, roman, resim ve müzik gibi, duygularımızın anlatılabilir farklı biçimlerdeki ifadelerine hayat verebilmemizi sağlayan yeteneklerimiz, işte bu gelişmiş devrelerin henüz çözemediğimiz koordinasyon özellikleri sayesinde hayat buluyor.

Beyindeki sanat merkezi?

Koordinasyon yahut eşgüdüm, sanatsal zihni anlamada aslında çok önemli bir kavram. Beyinde özel bir “sanat merkezi” yahut insanlara doğuştan sanat yeteneği bahşeden özel bir “sanat çekirdeği” yok. Sanat eserleri ortaya koymak, beynin birçok farklı bölgesinin eşgüdümlü bir şekilde çalışmasını ve bu karmaşık orkestrasyondan anlamlı birtakım nağmelerin, yani çok çeşitli sanat eserlerinin zuhur etmesini sağlıyor. Sanat, belli bir bölgenin işlevi olmaktan ziyade yaşam boyunca beyinde ve zihinde biriktirilmiş olan tüm tecrübelerin somut neticelerini, benzersiz ve tekrarlanamaz derecede karmaşık bir süreçler dizisiyle hayata geçirme süreci olarak karşımıza çıkıyor. Bu açıdan bakılınca, her insan bu devrelere sahip olduğundan, aslında hepimiz, değişik düzeylerde “sanatçı” bir beyne sahibiz.
Sanatı sadece üretmek değil, anlamak ve anlamlandırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimle, bir müzik parçasıyla, bir şiir dizesindeki duygularla, ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak adeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak, sanat eserlerinden keyif almanın temelini oluşturan ilginç bir özelliğimiz.
Sanatın üretilmesindeki kişiye özellik, öznellik gibi sanatın algılanmasında da çok çeşitlilik var. Dolayısıyla, sanatı ancak sanat yapan beyin anlayıp algılayabilir dersek bu minvalde yanlış söylemiş olmayacağız.

Neler kaybediyoruz?

İnsan, yeryüzünde gezinmeye başladığı günlerden itibaren, etrafındaki dünyaya, kendi zihninde ürettiği sanatsal tasarımları ilave etmeye, çevresini böyle değiştirmeye başladı. Birçok teknolojik icadın dahi ilk önce sanatsal çizimler ve fikirler şeklinde hayat bulduğunu biliyoruz. Gelin görün ki sanayi devriminin getirdiği günümüzdeki temel eğitim mantığı, teknik ve sorun çözmeye dayanan, ekonomik kıymete haiz zihinsel özelliklerimizi hep öncelikli olarak ele almayı ve sanatla alakalı yüksek ve insani zihin işlevlerine bigane kalmayı, yüzyıllar içinde bir yaşam tarzı olarak adeta içimize yerleştirdi. Öyle ki sanatı artık sadece bir “zengin uğraşı”na; yahut esas (sigortalı-maaşlı) mesleğin yanında arada sırada ilgilenilmesinde zarar olmayan, rahatlama amaçlı bir hobiye indirgemiş durumdayız. Bunun bedeli ise aslında oldukça ağır. Mağara duvarlarına resim çizdiren temel donanım bileşenlerimizden biri olan üst düzey birçok zihinsel faaliyetimize yabancılaşmış ve onu hayatımızdan gittikçe daha çok uzaklaştırarak güdükleştirmiş, dumura uğratmış durumdayız. Birbirimizi derinlikli bir şekilde anlayamamak, dünyadaki tabii süreçlere yabancılaşmak, kendi medeniyetimizi teşkil edememek gibi temel sorunlarımızın altında büyük oranda da bu yabancılaşmanın yattığını düşünenlerdenim. Beynimizin sağ yarısının daha ziyade sanatsal ve yenilik içeren hadiselerde görev aldığını, sol kısmın ise daha çok yeknesak ve tekrarlı işlerde uzman olduğunu biliyoruz. Görünen o ki hayatımızın büyük çoğunluğunu ve içinde yaşadığımız medeniyeti, büyük oranda otomatik sol beynimiz üzerine kurmaktayız.
Elbette sadece sağ beynimizin kuracağı bir sistem de bize yaşam şansı vermezdi; zira her şeyin belirsiz, muğlak, öznel ve tekrarsız olduğu bir dünyada yaşamak da imkansız olurdu. Fakat bu halimiz de iyi değil. Estetik düzeyimize bir daha bakın, neleri kaybettiğimizi görebileceksiniz.
Bir gün, hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken bir lahza durup düşünün: acaba bu sanata aynalık eden o zihin yeteneklerinin, şu sıradan günlük hayatımıza biraz katkısı olsa fena mı olurdu? Bir Rembrandt, bir Dede Efendi, bir J. Sebastian Bach, bir Garcia Marquez, bir Mehmet Akif, hayatlarımıza daha çok dokunabilseydi, acaba nasıl bir medeniyetimiz olurdu?
Maalesef cevabı bilmiyoruz; ama öğrenmek için geç değil. Bunun için kafamızın içindeki o kullanmadığımız kısımları hızla kullanıma sokmak gerek, hem de hiç vakit kaybetmeden.
Etiketler: , ,

26 Ağustos 2016 Cuma

Mutlu Çocuklar Yetiştirmenin Gerçek Anahtarı: Mutsuzluk

http://www.egitimpedia.com/mutlu-cocuklar-yetistirmenin-gercek-anahtari-mutsuzluk/
Ebeveynlikle ilgili seminerler verdiğimde seyircilere hep şunu sorarım: “Çocuklarınız için en çok istediğiniz şey nedir?” Bu sorunun neredeyse evrensel hale gelmiş cevabı genellikle “Çocuklarımın mutlu olmasını istiyorum sadece” olur.
Üzgünüm, ama çocuklarımızı sürekli mutlu etmeye çalışmak her zaman fiyasko ile sonuçlanmıştır. Çok sayıda kırılgan ve mutsuz çocuk ve genç yetişkin yaratmıştır. Uyarıcı nitelikte bir hikaye olan Charlie’nin Çikolata Fabrikası‘ndaki Veruca Salt karakterini hatırlayın: “Hemen şimdi istiyorum baba!”
İşte size işin sırrı: Eğer mutlu çocuklarınız olsun istiyorsanız, onlara mutsuz olmaya tahammül edebilmeyi öğretmelisiniz. Eğer Veruca’nın babası, kızını sürekli öfke, hayal kırıklığı ve hüsran gibi yoğun duygulardan korumak yerine bunlarla uğraşmayı öğretseydi çok daha iyi bir şey yapardı.
Bizler de birer Bay Salt jenerasyonuna dönüştük. Yatıştırıcılar ve sakinleştiriciler olduk. Farkında olmadan çocuğumuzun ilk “karşıdakine bağlı ilişkisi” olduk. Sadece bir jenerasyon içinde, “Odana git, çünkü sana git diyorum!” bağrışları, “Ah, kendini uykun gelmiş gibi hissetmiyor musun? Hadi iki saat bunun hakkında konuşalım” diyaloglarına dönüştü.
Ebeveyn olduğunuzda çocuğunuzun duygularının kişisel antrenörü yani bir duygu koçu olma görevini de üstlenirsiniz. Peki neden bu elzem ebeveynlik görevi bu kadar az değer görür? İyi niyetli ebeveynler çocuklarının yeni beceriler öğrenmesine yardım etmeye sonsuz zaman ayırır ve tıpkı futbol ve piyano gibi, duygularını yönetmenin de öğretilmesi ve pratik yapılması gereken bir beceri olduğu gerçeğini görmezlikten gelirler.
Bir çocuğa duygularıyla baş etmeyi öğretmek için asla erken değildir çünkü bebeklerin beyinlerinde ayna nöronları bulunur. Bizin davranışlarımızı kopyalarlar. Hatta kendi sinir sistemlerini oluşturmak için bizimkinin bir kısmını ödünç alırlar. Ebeveynler kendi duygularını, küçük çocuklarının önünde iyi bir şekilde yönetirlerse, pozitif duygu yönetimini modellemelerini sağlarlar.
Çocuklarımıza verebileceğimiz en iyi hediyelerden biri duygusal barometrelerini nasıl kuracaklarını ve açacaklarını onlara göstermektir. Bu barometre, hayatları boyunca onlara çok iyi bir şekilde hizmet verecektir. Duygularıyla barışık olan çocuklar ve yetişkinler, kendileriyle daha fazla barışık olurlar ve iş, arkadaşlık ve aşk hayatlarında daha kolay yol alırlar.
Buna karşılık duygularını yönetemeyen/düzenleyemeyen yetişkinler ve ergenler, kendi kendilerini yatıştırmak için genellikle dışarıya başvurular. Yiyecek, uyuşturucu, alkol, kötü ilişkilere tutunma, karşısındakine bağımlı olma gibi yollarla kendi kendilerini tedavi ederler. Bu bireyler aşırı kaygılı, aşırı üzgün ya da aşırı uyarılmış olduklarında kendilerini ya bir terapist koltuğunda ya da bitmek bilmeyen duygusal iniş-çıkışların içinde bulurlar.
Ne yazık ki toplumun çoğunluğu duygularını yöntemeyen yetişkinlerden oluşuyor. Somurtan, bağıran, birbirine kötü sözler söyleyen ve sürekli suçlayan yetişkinler…
Medya ise bu “bozukluğu” sadece daha da güçlendirmeye yarıyor. Şu an medyadaki “pozitif akıl hocalığı” eksikliği beni gerçekten endişelendiriyor. Eskiden ebeveynler duygularını yönetemediklerinde onlara sakin/ölçülü duyguları modelleyen medyatik rol modelleri vardı. Oysa bugün bir televizyon programında sıradan bir ev kadını bir masayı deviriyor ya da bardağını fırlatıp atıyor. Politikacılar bağırıp çağırıyor, birbirlerini suçluyor ve canlı yayında öfke krizleri geçiriyor. Bu yeni “kötü davranış” modeli, ebeveynlerin, çocuklarına yoğun duygularla baş etmeyi öğretmesi gerektiği gerçeğini daha da önemli bir hale getiriyor.
Bu, kendi hayatında da iyi rol modelleri olmayan ebeveynler için oldukça çok zor bir şey. Eğer sizin ebeveynlerinizin duygusal barometreleri hiç olmadıysa – eğer bağırdılar, vurdular, ayıpladılar ve “yaramazlık” yaptığınızı düşündüklerinde sevgilerini geri çektilerse – kendi çocuklarınıza nasıl daha farklı bir şekilde davranabilir ve öğretebilirsiniz?
Günlük hayatta kötü modelleri tekrar edip duran ebeveyn örnekleri görüyorum. Gittiğim havuzdaki bir baba: “Koca havuzda ağlayan tek çocuk sensin. Bir daha seninle oynamayacağım!” Aynı hafta uslu davranmazsa dört yaşındaki kızını markette bırakıp gitmekle tehdit eden bir anne. Bir restoranda üç yaşındaki “iğrenç” çocuğuna bağıran bir baba: “Senin yüzünden hep eve yemek söylemek zorunda kalıyoruz.”
Bu ilkel “tuhaflıklar” sadece döngüyü devam ettirmeye yarıyor: Kendi duygularını yönetemeyecek kadar zayıf donanımlı çocuklar üretmek.
Peki ne yapabilirsiniz? İşte bir çocuğa yoğun duygularını yönetmeyi öğretmenin birkaç yolu:
1. Çocuklarınızın negatif duygularını, onları hemen onarmaya çalışmadan ya da kişisel almadan tolere edin. Kötü bir gün geçirdiğinizde ve eşinize bundan dolayı yakındığınızda, eşinizin sorunu nasıl çözebileceğinizi anlatmak için sözünüzü kesmesini (ya da kendi hikayeleriyle üste çıkmasını) istemezsiniz. Sadece duygularınızı ifade etmek, görülmek ve duyulmak istersiniz. Çocuklar da farklı değildir. Eğer çocuğunuz kötü bir not yüzünden ağlıyorsa, “O öğremene sinir oluyorum” demeyin. Böylece kendi duygularınızı onunkilerin üzerine eklersiniz. Bunun yerine şunu deneyin: “Çok üzülmüşsün sen. Ne yapacaksın? Bir dahaki sefere daha farklı ne yapacaksın?” Çocuklarımızın her problemi çözmek için bize bakmalarını istemiyoruz. Eğer ebeveyn olarak çok fazla şey yaparsak, çocuklarımız çok az şey yapacaktır.
Çocuklarımızın içsel gücünü, dayanıklılığını, esnekliğini ve problem çözme gücünü geliştirmek istiyorsak, önce kendi yoğun duygularımıza tahammül etme konusunda iyi olmalıyız. Ve en önemlisi çocuklarımızı negatif duygulardan kurtarma dürtüsüne direnmeliyiz. Ebeveynler, çocuklarının zorlandığını görmekten duydukları rahatsızlık konusunda rahat olmayı öğrenmeliler. Eğer hemen olaya müdahale edip kızınızı kurtarırsanız, ona kendi duygularıyla baş edemediği mesajını verirsiniz. Çok sevdiğiniz bir çocuğun üzüldüğünü ya da hüsrana uğradığını görmek çok zordur. Ancak duygularla baş etmek muhteşem bir hayat becerisidir. Ve sadece duygularla baş etme pratiği yaptıklarında bu konuda iyi olurlar. İşte size pratik bir yol: Karışmayın. Çocuğunuza kendi duygularıyla baş etmesinin muhteşem hediyesini verin.
2. Eğer çocuklarınıza “kırılgan” muamelesi yaparsanız, gerçekten hayat boyu kırılgan kalabilirler. Çocuklarınızın güçlü yönleri hakkında konuşun, zayıf yönleri hakkında değil: “Biliyorum teyzenin evinde ilk kez kalacağın için gerginsin. Ama sabah gelip seni alacağım. İnsanın evini özlemesi çok normal.” Çocuklarınızın bu küçük duygusal engellerden atlamalarına izin verin ki büyüdüklerinde daha büyükleri karşısında kendilerini ayarlayabilsinler.
Doğaya geri dönüp tüm annelerin annesinden bir ipucu alalım: Doğa Ana. Eğer anne tavuk bebeği dışarı çıksın diye yumurta kabuğunu kırarsa, civciv ölür. Eğer sürekli peşlerinde olup çocuklarımızı üzgün hissetmekten korumaya çalışırsak, kuluçkadan tamamen çıkmalarını engellemiş oluruz.
3. Bir ders vermeden önce o dersin kendisi olmalısınız. Bu çok zordur. Ebeveyn tarafında içgörü gerektirir. Ebeveyn olarak ne kadar kendimizin farkında olursak, o kadar iyi ebeveyn oluruz. Nokta. Çocuklarımıza neleri modellediğimize yakından bakmamız gerekiyor. Çocuklarımız bağırmayı kessin diye onlara bağıramayız ya da sakinleşmeleri için çığlık atamayız. Çocularımıza disiplin vermeden önce bir süre durup kendimize disiplin vermeliyiz. Ebeveynler bana bazen “molalara” inanıp inanmadığımı sorar. İnanırım. Ama çocuklar için olana değil, ebeveynler için olana! O anın  yoğunluğuyla sonradan pişman olacağınız bir şey söylemeden önce oradan uzaklaşın. Çocuklarımıza duygularını yönetmeyi öğretmek, önce bizim bunu öğrenmemizi gerektirir. Ebeveynlik kendimizi büyütmek için harika bir fırsattır. Böylece çocuklarımızı çok daha iyi büyütebiliriz.
4. Çocuklarınızın duygularıyla empati kurun, onları reddetmeyin. Duyguları inkar etmek onları asla ortadan kaldırmaz. “Kes ağlamayı, hiç de acımadı” ya da “Korkmasana, film o kadar da korkunç değildi” gibi şeyler söylemek, duygunun ortadan kaybolmasını sağlamaz, ama gerçek duyguları bastırabilir. Çocuğunuz ne hissediyorsa, ona yönelik yorum yapın: “Filmden çok korkmuş gibi görünüyorsun, yüzünden belli oluyor.” Duygusal yansıtma, çocuğunuz için duygusal güvenlik sağlar. Ebeveynler olarak sözlerimiz “seni görüyorum, seni duyuyorum, seni anlıyorum” sözcüklerini içermelidir. Empati önemlidir, çünkü empatiniz çocuklarınızın kendi duygularını çözmelerini ve yönetmelerini sağlar. Empati yoğun ve derin duyguları dağıtır.
5. Kendinize, bunun sizin için ne anlam ifade ettiğini sorun. Kendi ihtiyaçlarınızı onlarınkiyle karıştırmayın. Çocuklarımızın üzüntüleriyle baş edememe acizliği genellikle tamamen kendi çocukluğumuzla ilgilidir. Çocuğunuz üzgünse ve siz de kaygı ya da üzüntü hissetmeye başlarsanız kendinize şunu sorun: “Bu benim için ne anlama geliyor? Çocuğunuzun gözyaşları ve hayal kırıklığı siz de ne uyandırıyor? Eğer çocuğunuz bir takımdan çıkarıldı diye kendinizi hıçkıra hıçkıra ağlarken buluyorsanız, acaba siz de bir zamanlar takımdan çıkarıldığınız için olabilir mi? Eğer çocuğunuzun sürekli bir şeyler istemesi sizi rahatsız ediyorsa, bu, bir çocuk olarak ihtiyaçlarınızın ya da kendi fikrinizin olmasına hiç izin verilmediği yüzünden olabilir mi? Histeri geçmişe aittir: Eğer çocuklarımızla ilgili bir konuda aşırı sorumluluk alıyorsak, bu genellikle kendi geçmişimizle ilgilidir. Yoğun duygularınızı, kendi “büyümeniz” için bir fırsat olarak kullanın. Eğer belli bir konu hakkında neden çok yoğun duygular hissettiğinizi çözerseniz, bu hem sizi hem de çocuğunuzu özgürleştirir.
6. Duyguları yemekle, hediyelerle ya da elektronik aletlerle takas etmeyin. Eğer çocuklarımızın duygularını yatıştırmaları için dışarı yönelmelerini istemiyorsak, o zaman “Eğer ağlamayı bırakırsan sana bir dondurma alacağım” ya da “Canın sıkkın, üzgünsün, gel telefonumda oyun oyna” demeyi bırakın. Gözyaşlarını kısa vadede durdurabilirsiniz, ama emin olun çocuklarınızın kendi duygularını yaşamalarına izin verirsenin uzun vadede çok daha iyi bir şey yapmış olursunuz. Bırakın çocuklarınız duygularıyla uğraşsın, onları zapt etmeyin. Çocuklar yoğun ve derin duyguları yüzünden kırılmazlar. Onlarla baş etmeyi öğrenirler sadece. Akıl sağlığının büyük bir kısmı, duygular konusunda kendini rahat hissetmektir, duygulardan kaçmaya ya da onları uyuşturmaya gerek olmadığını bilmektir. Duygusal esnekliğinizin ve duygusal dayanıklılığınızın olduğunu bilmek ise kendi içinizde kendinizi güvende hissetmektir.
Hepimizin duygularımızı yönetmeyi öğrendiğimizi hayal edin. O zaman eşlerin birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılayacakları, çalışanların problemlerini sakince birlikte çözebilecekleri bir toplum olurduk. Şiddetin yok olduğu ve ilişkilerin daha az zor olduğu bir dünya yaratırdık. Yine hayal kırıklıklarımız ve üzüntülerimiz olurdu, ama duygu barometrelerimiz zorluklarla baş ederdi.
Bir sonraki ebeveynlik seminerimde seyircilere çocukları ile ilgili en çok ne istediklerini sorduğumda biri, “Duygularını yönetebilen nazik çocuklar yetiştirmek istiyorum” dediğinde sanırım çok mutlu olacağım. Emin olun bu, mutlu bir çocuk yetiştirmek için atılabilecek dev bir adımdır.

Kaynak: http://goop.com/the-misguided-desire-of-wanting-our-kids-to-be-happy/

25 Ağustos 2016 Perşembe

Kötü Duruşunuzu Düzeltmek Ve Yağlarınızı Eritmek İçin Japonların Uyguladığı Harika Yöntem

http://tr.newsner.com/kotu-durusunuzu-duzeltmek-ve-yaglarinizi-eritmek-icin-japonyalilarin-uyguladigi-harika-yontem/hakkinda/saglik,faydali-bilgiler


Japon doktor ve tanınmış isim Toshiki Fukutsudzi 10 yıldır kötü duruşu düzeltmek için bir yöntem üzerinde çalışıyor. Kötü duruşu düzeltme, bel ağrılarını önleme ve karın kaslarını güçlendirmeye yönelik yayınladığı kitabından sonra ülke çapında tanınan bir isim oldu. En ünlü kitabı sadece Asya'da 6 milyon satıldı. Dr. Fukutsudzi özellikle leğen kemiği ağrısı çekenlerin acısını dindirecek ve bel çevresindeki yağlarınızı yakmanıza yardımcı olacak bir yöntem buldu.
Bu tür yöntemleri genelde inandırıcı bulmam. Ancak bu yöntem o kadar yaygınlaştı ve tanındı ki denememek için kendimi zor tutuyorum. Ciddi bel rahatsızlıkları için en iyisi doktora görünmelisinizdir. Ancak hafif ağrılar için bu yöntem neden denenmesin? Yapılması çok kolay ve sadece beş dakikanızı alıyor.

Peki nasıl yapılıyor?

Kullanmadığınız bir havluyu 'sosis' şekline getirmek için yuvarlayın. İstediğiniz şekle getirince havlunun açılmaması için etrafını bantlayın. Sert bir zemine yatın (Koltuk veya yatak çok yumuşak gelecektir). Hazırladığınız 'sosis' şeklinde havluyu vücudunuzun arkasına, tam belin kıvrıldığı noktaya koyun.
Pozisyonunuzu aldıktan sonra bacaklarınızı ayırın ve ayak baş parmaklarınızı birbirine değdirin. Daha sonra elinizi kafanızın üstündeki seviyeden geriye doğru ayrık şekilde yaslayıp, elinizin serçe parmaklarını birbirine değdirin. 5 dakika boyunca böyle bekleyin. Başta zor gelebilir ama sürekli yapınca vücudunuz alışıyor.
Yöntemden verim alabilmek için bu hareketi haftada üç kez, en az birkaç hafta uygulayın.Bu kadar basit bir hareketin meyvesini görünce gözlerinize inanamayacaksınız. Kaybedeceğiniz hiçbir şey yok. Bel veya sırt ağrısı çeken arkadaşlarınızla yöntemi paylaşmayı ihmal etmeyin.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Damarlarda-kolesterol-degil-kalsiyum-birikiyor

https://ultratedaviler.wordpress.com/2016/06/10/gizlenen-gercek-damarlarda-kolesterol-degil-kalsiyum-birikiyor/


GİZLENEN GERÇEK: DAMARLARDA KOLESTEROL DEĞİL, KALSİYUM BİRİKİYOR !


Damarların yaşla birlikte yavaş yavaş tıkandığı, kan akışının yavaşladığı, çeşitli doku ve organlara ait hücrelerin bu nedenle doğru dürüst beslenemediği, damarlarda tıkanıklar oluştuğu ve bu durumun kalp krizi dâhil birçok hastalığa neden olduğu tartışmasız bir gerçek…
Fakat söylenmeyen, nedense insanlar tarafından anlaşılması istenmeyen asıl gerçeği de lütfen görelim: Damarlarda tıkanıklığa ve daralmalara yol açan ‘aterom plağı’ adı verilen oluşumun yapısı, içeriği bu noktada gerçekten de çok önemli, çünkü gizlenen gerçekleri buradan da anlayabilirsiniz.
Daha önce yapılmış birçok araştırma var ve biz de defalarca yazdık, yazılarımızı okuyanlar tekrarlar nedeniyle biraz sıkılacak ama yine yazalım.Damarları tıkacı yani aterom plağındaki bileşenler: Kalsiyum % 50, makrofaj ve hücre kalıntıları % 45, kolesterol % 3, diğer farklı bileşenler ise % 2 kadardır. Kısaca damarlarımızı tıkayan aterom plağını, buruşturup top şekline getirdiğiniz 100 cm’lik bir mezura olarak düşünün, buruşturulan 100 cm’lık mezuranın sadece 3 cm’lik kısmı kolesteroldür geriye kalan 97 cm’lik kısmın 50 cm’si kalsiyumdur.
‘Yağlar ve kolesterol damarlarda birikir’ diyebilen doktorlarımıza ‘kalsiyum da birikmiyor mu?’ diye mutlaka sorun! Nasıl bir sihirli-büyülü etkiyle % 3’ lük kolesterolün, % 97’lik kısmı oluşturduğunu, her şeye rağmen damar tıkanmalarında onlara göre, asıl gerçek suçlunun kolesterol olduğunu (?) dinlerken oldukça fazla eğleneceksiniz!
Sözün kısası, şayet gerçekten damarlarınızda daralmadan, kalp krizinden korkuyorsanız ve bu konuda gerçekten emin olmak istiyorsanız yapılacak tek şey var: Bazı (radyasyon vb) riskleri göze alıp, doktor kontrolünde damarlarınızdaki kalsiyum (birikim) miktarını ölçtürmek, bu konuda yapabileceğiniz en iyi ve en gerçekçi adım bu olacaktır.
Damarlardaki kalsiyum miktarının ölçülmesi damar tıkanıklığı ve kalp krizi riskleri konusunda iddia edilen birçok risk faktörüne göre en gerçekçi değerlendirmedir. Nedeni basit, çünkü bu yöntem; düşük ya da yüksek kan kolesterol, tansiyon, şeker, böbrek hastalığı gibi bazı sözde risklerden son derece bağımsız; söylemlere, istatistiklere, tahminlere ve kolesterol dedikodularına göre değil, nesnel fiziksel gerçeklik kavramı (kalsiyum birikimi) üzerinde çalışır. Nesnel gerçek, kalsiyum birikiminin damarlarda kolesterolden 20 kat fazla görülmesi, kalsiyum birikiminin çok yoğun olması ve damarlardaki kalsiyum miktarının çeşitli yöntemlerle şimdi çok rahat ölçülebiliyor olmasıdır. Kan kolesterol düzeyi ne olursa (düşük ya da yüksek) olsun, şayet damarlarda kalsiyum birikimi yoksa söz konusu kişinin kalp krizi geçirme ihtimali hiç yoktur, yani kalp krizi geçirme ihtimaliniz ‘yüzde sıfır’dır.
Bizim defalarca söylediğimiz ve ‘kolesterol ve akıl oyunları’ kitabında geniş yer verdiğimiz konu şu sıralarda yine tekrar gündemde. Nitekim en son olarak, yakın bir zamanda Tamar S. Polonsky ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada bunu doğrulamaktadır. Bu son araştırma sağlık haberlerimizde şöyle yer aldı:
”…. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, kalp damarlarındaki kalsiyum oranı, kalp krizi riskini önceden haber verebilecek. Kalp damarlarındaki kalsiyum oranının, kalp krizi riskini önceden haber verebileceği belirtildi. Amerikan Tıp Derneğinin (JAMA) dergisinde yayımlanan araştırmada, kalp damarlarında kalsiyum birikmesinin kalp ve damar hastalıklarının habercisi olabileceği ifade edildi. Araştırmaya göre, bilim adamları 2000 ile 2008 yılları arasında kalp ve damar hastası olmayan 5878 kişide koroner arter kalsiyum skorlama (KAKS) tekniği kullanılarak ölçüm yapıldı. Ölçümlerden 5 yıl sonra kalp ve damar hastalıklarına yakalanma riski, iki araştırma modeline göre sınıflandırıldı. Birinci modelde kişilerin yaşı, ırkı, cinsiyeti, sigara kullanımı, hipertansiyon ve bunun için kullanılan ilaçlar ve kolesterol oranı göz önüne alındı. İkinci modeldeyse, birinci modeldeki unsurlara koroner damar kalsiyum skorlaması dahil edildi. İki modelin ortaya koyduğu sonuçları karşılaştıran araştırmacılar, ikinci modelin yani KAKS’ı göz önünde bulunduran modelin kalp ve damar hastalığı tehlikesini daha iyi haber verdiğini tespit ettiler. Bilim adamları kalp damarlarında biriken kalsiyumu saptamanın, kişinin kalp ve damar hastalıklarına yakalanma riskini önceden belirlemede daha verimli sonuç verdiğini ifade ediyorlar.”
Haber okundu ama çoğu kimse sorgulamadı…
“Sıkıysa, kolesterole yaptığınızı kalsiyuma da yapın, kalsiyum içeren besinleri de yasaklayın görelim” diyeceğim ama böyle bir şakayı bile ciddiye almış, ciddiye alabilecek araştırmalar ve araştırmacıların var olduğunu zaten biliyorum. Bu nedenle öncelikle önemli bir hatırlatma yapmalıyız. Bu araştırmayı okuyan, damarlarda kalsiyum birimi olduğunu gören ve kabul eden bazı kişileri uyarmalıyız! Uyarımız şu: Sakın ha, kandaki kalsiyum düzeyi ile istatistiksel bağlantılar kurup insanlara kalsiyum içeren besinleri filan yasaklamayın, kanda kalsiyum düzeyini düşüren çeşitli ilaçlar yapmayın; bizim düşüncemize damarlarda kalsiyum birikiminin, kan kalsiyum düzeyi ile hiçbir mantıksal bağlantısı yok. Bu durumun açıklamasını biz daha önce defalarca yapmıştık. Hatırlarsanız ‘tüberküloz’ hastalarındaki akciğer filmlerine bir bakın ve mümkünse tüberküloz hastalarının akciğer filmleri üzerinde, kalsiyum lekelerinin nasıl oluştuğu üzerinde biraz düşünün, damar sertliğini (aterosklerozu) anlayacaksınız demiştik! Anlayanlar anladı, anlamayanlar için ise gerçekten yapacak bir şey yok…
Yani kan kolesterol düzeyi için yaptığınız saçmalığın bir tekrarını yeniden kalsiyum için lütfen yapmayın, ‘damarlarda kalsiyum birikiyormuş’ diye kalsiyum içeren besinleri yasaklamayın!
Konumuza dönersek, damarlarda kalsiyum ölçümü gerçekten çok önemli: Gerçekten kan damarlarında damar kireçlenmesi (ateroskleroz) oluşabiliyorsa, kişinin kan kolesterolü, tansiyonu, şekeri ne olursa olsun, özellikle kalp krizi geçiren hastaların damarlarında mutlaka, istisnasız bir şekilde kalsiyum birikimi mutlaka oluyor.
Oysa kardiyoloji dünyasının iddialarının birisi olan ‘kan kolesterol’ düzeyi ise tamamen istatistiksel zorlamalarla, mutlak değil rölatif risklerle dolu! Kalp krizi nedeniyle ameliyat olmuş kişilere baktığınızda kan kolesterol düzeyi ile doğrudan bir bağıntı kurmanız gerçekte imkânsız, hastaların yarısından fazlasında kan kolesterol düzeyinin normal sınırlar içinde olması bu nedenle kaçınılmaz.
Damarlarda kalsiyum birikimi ise çok farklı!
Var olan nesnel ve fiziksel bir gerçek, görünür elle tutulabilir ve kalsiyum birikimi periyodik olarak izlenebilir!
Damarlarda kalsiyum birikimi ile ilişkili araştırmaların hepsi çok iyi, mükemmel bulgular.
Fakat bizim geçmişten gelen, eskimiş ve anlamı kalmamış insanlarımızın bilinçaltına kadar zorla işlemiş, açıklanması gereken bir sorun var!..
“Kandaki fazla kolesterol damarlarda birikiyor, damarları tıkıyor” cümlesi sizin kulaklarınızı rahatsız etmiyor mu? Damarlarda kalsiyum birikiminin oranını öğrendiğinizde, bu cümleyi işittiğinizde veya söylediğinizde artık sizler de rahatsız olmuyor musunuz?
Hala birileri hiç sıkılmadan, utanmadan nasıl oluyor da ‘damarlarda çok kolesterol biriktiğini’ söyleyebiliyor gerçekten anlamak mümkün değil. Bunca araştırmaya rağmen damarlarda biriken maddenin sadece kolesterol molekülleri olduğu söylenebiliyorsa ve bilgisizlik söz konusu değilse, burada iki ihtimal var, ikisi de birbirinden kötü! Fakat hangisinin daha kötü olduğunu gerçekten ben de bilmiyorum: Ya insanları gerçekten cahil, bilgisiz, aptal sanıyorsunuz ya da bilerek, isteyerek, kasten insanları bilgisiz, cahil bırakıyorsunuz! Hangisinin daha kötü olduğuna siz karar verin!
Neden insanlara damar sertliğine neden olan aterom plakları içindeki sadece kolesterolü (% 3) söylüyor, fakat damarlardaki kalsiyum (% 50) birikimini söylemiyorsunuz?
“Damarlarda kolesterol birikirmiş!”
Buyurun, ‘Halep oradaysa, arşın burada’ desem de bazıları için hiç fark etmeyecek.
Çünkü ‘damarlarda kolesterol birikir diyenler’ ya Halep’e hiçbir zaman gitmediler, ya da arşının ne olduğunu hala bilmiyorlar!…
Uzm.Biyolog Mevlüt Durmuş